Hava güzel. Güneş, gökyüzüne kurulmuş görünmez bir salıncakta kız çocuğu gülüşüyle sallanıyor. Kış, kapıya dayanmış olsa da sarı ıslıklarıyla hâlâ bahar şarkıları söylüyor. Kuşların yeni bestelerine kulak vermemiz içinse yolculuğumuzun sona ermesi gerek. Sen onca yolu uçar gibi gel, koca İstanbul’un kötürüm trafiğine takıl. Sabır, ya sabır…
Nihayet ana caddeden ayrıldık. Bir müddet düz akan yol, şimdi sancılı beden gibi yokuş yukarı kıvranmaya başladı. Şehrin karmaşası, otoyolun uğultusu yerini yavaş yavaş bir hastanın sakinliğine bıraktı. Camı açtım, artık duyuyorum. Arabamızın içine kuşların telâşlı sesleri doluşuyor. Duyduklarım radyonun cızırtısından yeğ. Eski bir İstanbul şarkısı dinliyor gibiyim. Ağzımı mühürleyip burnumdan derin nefesler aldım. Havada salınan çam kokusu genzime sakız misali yapıştı. Arka koltuktayım. Olan ve olacak ne varsa cam dibinden seyre hazırım. Yokuş dikleşti. Uzayan tırmanış arabamıza zor anlar yaşatıyor. Amcamın oğlu zorlanan arabanın vitesini iyice düşürüyor. İnsan yapımı varlık nefessiz, takatsiz kalıyor. Bunları düşünürken hastane tabelası hoş geldiniz dercesine esas duruşa geçiyor. Devasa, üşüten, silkeleyen kelimelerin sessiz haykırışı… Nicedir kozasından çıkmayan ben yabancı bir tabelanın soğuk harfleriyle ürperip kendime geliyorum. Arabamızla hemhâl olmuş, halsiz kalmış binlerce beden, can kırıntısı bulabilmek ümidiyle soluğu burada almış. Otopark tarafındaki balkonlarda bekleyen hastalar ziyaretçi bekliyor sandım. Öyle değilmiş, içeri girince anladım. Güneş ve insanlar burada yekvücut… Burada yüzler de, ruhlar da sarıya çalıyor. Hastane, yatan hastalar için âdeta son durak, son umut, son çırpınış göğü.
Ziyaret saati başladı. Kılcal damarlı mermer merdivenlerden fısıltılı, düşünceli, rolüne çalışıp gelmiş yüzlerce figüran tiyatro sahnelerine tırmanıyor gibi. Burada başrol hastaların… Bir değil yüzlerce oyun sahneleniyor ayrı ayrı her salonda. Uzun koridorlarda gezinen hasta gölgelerini görür gibiyim. Gündüzleri uğultulu, geceleri dilsiz… Bu kadar kirlenir mi duvarlar? Kirlenir, kirlenir elbet. Gecelerin karanlığına direnen cılız ışıklar şahittir duvara dayanan düşünceli başların bıraktığı lekelere. Leke demişken, amcamı ziyaret öncesi elimi yüzümü bir güzel yıkamalıyım. Aynalarda belli belirsiz yüzler gördüm. Acizliğin derin kuyularında debelenenlerin nefes buğuları hâlâ seçilebiliyor.
Sonunda amcamın yattığı odadayız. Amcam bizi görünce doğrulup ayaklanıyor. Buruk buluşmada bedenler birbirine sırayla kenetleniyor. Konuşacak olsak kelimeler cımbızla seçilecek. Sessizlik daha iyi duruyor dudaklarımızda, susuyoruz. Çok geçmeden uyuyoruz ortama. Kısa bir hasbihâlden sonra amcam geliş amacımız için hazırlanıyor, tıraş olacak. Ortaya emektar bir sandalye koyuluyor. Berber Fevzi usulca oturan amcamın boynuna kefen beyazı örtüyü incitmeden doluyor. Babam tarifsiz bakışlarla baştan aşağı süzüyor kardeşini. İkisi de çocuk gibi şimdi, masum, nemli, uslu… Koca bir ömür, onca hatıra sığar mı on dakikaya? Bilmem… Babam biliyor gibi. Hareketsiz dursa da bakışlarından anlıyorum nafile çırpınışları. Her şey on dakikaya sığacak, sığmalı. Çökmek üzere babam, ayakta zor duruyor. Geç kalmışlık, çaresizlik yüzünden pul pul dökülüyor. Amcamın yüzü deniz gören kapıya dönük… Hastane yüksek kesimde olduğundan, uzak da olsa harika manzarası var. Fakat buradakiler için manzara anlamsızlaşmış, soluk, renksiz bir fotoğraf. Açık balkon kapısı fırsat kollayan sert rüzgâra çağrı yapıyor. Makas seslerine eşlik eden derin bir hüzün, odada kendini duvardan duvara çarpıyor. Girsin içeri rüzgâr, girsin. Dağıtsın bu kasveti. Boşa ümitleniyoruz. İçeri giren rüzgâr sağır, kör… Odanın orta yerine kurulan kasveti es geçiyor. Belli ki o da aciz, gücü yetmiyor…