Ədəbiyyat

Çıkışa doğru

            Beni ilk fark eden o yaşlı kadın oldu. Cadde üzerinde yürürken gözüm durakta asılı bir afişe ilişti. Görür görmez durdum. Ne kadar süre dikkatli baktığımın farkında değildim. Son zamanlarda olanları düşünüp kahrettim. Yüzümü yola çevirdim. Çevirmez olaydım. Onu gördüm. Artık nasıl bir korkuya kapıldıysa tiz sesiyle basıverdi çığlığı. Endişeyle sarılmaya kalktım. Sonrası karanlık.

            Duvarların bir rengi var mı? Bu oda neden bu denli küçük ve kasvetli? Burada ne yapıyorum ben? Dolunay başımın üzerine kadar indi sandım gözlerimi açtığımda. Anladım ki koca bir lamba kuvvetli ışığını var gücüyle başıma boca ediyor. Sislere dalıp rotasını şaşıran bir uçak gibi çakılmış kalmışım. Ense kökümü yokluyorum, hissettiğim müthiş bir acıyla. Biraz ovalayınca geçer gibi oluyor ama zonklamalar bitecek gibi değil. Plâstik bir şişeyle su duruyor önümde. İçtim mi içmedim mi, hatırlamıyorum.  Kirli sakallı ihtiyar adam karşıma geçmiş, bir polis edasıyla arka arkaya sorular sıralıyor. Yakalama gayretinde iki dudağımın arasından sızacak sözleri. Susuyorum. Anlam yükleyemiyorum zihnime bir mitralyöz gibi saçtığı kelimelere. Öfkeleniyor sanki bir ara. Yüzüme birkaç yumuşak tokat vuruyor. Yetmediğini düşündü ki şişedeki sudan yüzüme serpiyor. Bir işaret fişeği yanıyor içimde. Çok geçmeden aklıma o soru düşüyor: Su, saf su bu… Nereden buldu bunlar içilebilecek derecede temiz suyu?

            Odaya bu kez iri kıyım başka bir ihtiyar giriyor. Karşımda durana “Buraya gelirken gözleri açık mıydı? Yerimiz ifşa olmasın sonra!” diyor. “Merak etme usta…” diyor öteki, “Kafasına sağlamca indirdim sopayı, daha yeni yeni kendine geliyor.”

            Güleceğim çıkıyor aniden. Zonklamanın biri “hayır” diyor. Acım azalsın diye başımı ovuyorum bu kez. İkisi birden süzüyor beni. Duymadım sanıyorlar. Güya fısıldaştılar, konuşma tonundaki seslerini çok net dinliyorum. Dayanamayıp konuşuyorum:

            “Sizi duyuyorum. Fısıldaştığınız her şeye vakıfım.”

            Birbirlerine bakıp şaşırıyorlar. Bu nasıl olur, gizli güçlerin mi var, yoksa medyum musun diye soramadan yapıştırıyorum peşine hemen cevabı:

            “İkiniz de epey yaşlısınız. İşitme kaybı yaşıyor olmanız gayet doğal.”

“Bak delikanlı artık konuşsan iyi olur. Diğerleri nerede? Bize yine ne zaman ve nasıl saldıracaksınız? Plânınız ne? Konuş!”

Taşlar yavaş yavaş yerine oturmaya başlıyor. Bunlar bizim tamamı öldü sandığımız eski nesil insanlar. Yıllar süren kuraklık sonrası tatlı su kaynakları tükenmiş, kıtlık ve salgın hastalıklar sebebiyle başlayan ölümler tüm kıtalara yayılmıştı. Yeni neslin yaşaması için zayıf halka seçilen yaşlı insanlar toplumdan dışlanmış ve zalimce ölüme terk edilmişlerdi. Birçok şehirden sürgüne zorlanan yaşlı ve suçsuz insanların içinden bu zulme direnenler çıkmıştı. Aslı var mıydı bilmem, ama kurulan bazı düzmece hastanelerde türlü ilâçlarla ölüme sürüklenenler olduğunu duymuştuk. Özellikle son zamanlarda yaşanan olaylarla işler iyice çığırından çıkmıştı zaten. Yiyecek ve su bulmak için şehir merkezlerine gizlice gelen ihtiyarlar açık hedef olmuştu. Artık birbirine düşman olan insanlar yeryüzünde yaşam savaşı veriyordu. Homurdana homurdana gökyüzüne sera gazı salan dev sanayiler koca birer enkaza dönmüştü. Türlü yeni model araçların cirit attığı caddeler aşırı sıcaklardan içlerindeki tüm zifti kusar olmuştu. Bir zamanlar orta refüjleri süsleyen çiçeklerin sararmış sapları, parklara oksijen üfleyen ağaçların kurumuş dalları meydanlara saçılmış toplu mezarları andırıyordu. Yine bir vakitler ihtişamda birbiriyle yarışan alışveriş merkezlerinin yer altı otoparkları nispeten serin olduğundan yersiz yurtsuzların mekânı olmuştu. Şehirlere içme suyu sağlayan göllere çöl deniyordu artık. Yıllardır önlenemeyen yangınlar yüzünden dağlarda, ovalarda, vadilerde yeşilin tek tonu dahi kalmamış, yağmurlar yağmadığından onların da mümbit bağrı taşa dönmüştü. İnsanlar kıyameti hiç olmadığı kadar istiyor ve bekliyordu. Artık ne olacaksa olsundu.

Caddede yürürken gördüğüm rengi solmuş o afiş yüzünden buradayım, biliyorum. Niyetimin masum olduğunu anlatmalıyım. Yoksa vaziyet gerçekten kötü, sorgu çetin, sonu daha da çetin… Yoksa bu karanlık odadan çıkış hayal olur benim için. Doğayı ve hayatı umursamayanlardan değildim ki ben. Hele yüreği katılaşanlardan, vicdanını ve aklını yokluk uçurumuna yuvarlayanlardan hiç değildim. Birbiri ardına sorular soran bu iki ihtiyara benden ne size ne de başkasına zarar gelmez demeli, bir şekilde anlatmalıydım halis niyetimi. Şu dilimi biraz olsun döndürebilseydim…

Mecalim olmadığını anlayan kirli sakallı ihtiyar plâstik şişeyi dudağıma uzatıyor. Dilim damağım yapışmış. Yeşil vadilerin ortasında sarp yamaçlardan dökülen şelalelerin serinliği sarıyor kavruk bedenimi, ferahlıyorum bir nebze. Tam bu esnada yine o yaşlı kadını görüyorum. Başlarda ateş sıçrayan ela gözlerinden bu defa ılık bir nehir akıyor. Avuçlarını açmış, boyunlarına şükürler astığı minik kuşlar uçuruyor göğe. Hâlâ bir anlam veremiyorum. Tepemdeki sarı dolunaydan müthiş bir sıcaklık damlıyor şimdi de kafama. Vaziyeti anlayan kirli sakallı ihtiyar bu kez şişedeki soğuk suyu olduğu gibi boca ediyor başıma. Nefes nefese kalıyorum. Buz gibi suyla şoklanıyor, pusu dağılmaya başlıyor bulanık aklımın. Yeniden canlanıyorum çektiğim onca susuzluk sonrasında. Gözlerimin feri açılıyor. Neler olduğunu anlamaya çalışırken yine “Su Hayattır” yazan o afişi görüyorum. Kirli sakallı ihtiyar gelen ekibe olanı biteni birkaç cümleyle özetliyor.

“Yanından geçiyorduk gencin. Can havliyle eşime tutunmaya çalıştı düşerken, ama ne fayda. Ayıltamayınca 112’yi arayıp acil yardım çağırdık. Siz gelene kadar da başından bir an olsun ayrılmadık.”

 İbrahim Gürel